DOLAR 34,4677 0.01%
EURO 36,3815 0.05%
ALTIN 2.962,050,93
BITCOIN 33789494.70707%
Erzurum

KAPALI

SABAHA KALAN SÜRE

Bahadır Eren

Bahadır Eren

17 Ağustos 2024 Cumartesi

Türkiye Aslında Nasıl Yönetiliyor?

Türkiye Aslında Nasıl Yönetiliyor?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Mektup tadında düşüncelerimi yazdım, umarım beğenirsiniz.

Aslında konuya nereden nasıl başlayacağımı, nasıl bir giriş yapacağımı bilemiyorum…

Ülkemiz gibi, yönetimsel karışıklık içinde olan ülkeler, aslanların iştah kabarttığı bir av haline geliyor.

Bu yazının başlığı, aslında “Aslanlar Acıkınca” olabilirmiş…

Yazının devamında bu aslanlarla tanıştıracağım sizi, hiç merak etmeyin…

Kimi aslanlar iyi, kimileri çok kötü…Normal kötü olanlar yok, ortası yok.

Ya iyi, ya çok kötü!

Çok kötü olanları tanıyacaksınız bu yazının sonuda…

Global çalışan, ülkemizle ticaret içinde olan iç ve dış firmalar; fırsatları önceden sezerek, ona göre planlama yaparlar.

Ülkedeki siyasal, sosyal, teknolojik -artık adını ne koyarsanız koyun- gidişatlara göre, geleceği görerek eylemlerine başlarlar! Durumlara göre bir ticari eylem planları geliştirirler.

Ve tabii ki mevcut halin sürmesi için yapılabilecek eylemleri önceden planlarlar…

İyileri tenzih ediyorum. İyilerin hakkı ödenemez çünkü global milyonlarca kişiye ekmek veriyorlar.

Ekmek vermek, insanın var olduğu günden beri var olan bir olgu…

Eski dönemden bir kesit birlikte hayal edelim, dilerseniz…

Ahali çalışır, toplar biriktirir iş sahibine, köyün ağasına getirir, o da onlara ekmek verir, hayatta kalmalarını sağlar. Bugün orta direk ve altı dediğimiz kesim, yani bizler, modern köleler değil miyiz aslında?

Devletlerin yönetilme şekli en yalın hali ile bu değil mi?

Biraz ilkel örnekleme yaparak düşünmek daha etkili olacaktır, konunun tam anlaşılabilmesi için…

Eskiden; zenginler göbeğini kaşıyarak eğlensin diye, arenalarda, gladyatörler savaştırılır, aslanlara yem edilirdi değil mi?

Şimdi de hem zenginler hem ahali eğlensin diye, -ki o ahali, müşterilerdir- arenalar yerini futbol sahalarına bıraktı. Aslında daha yukarıda daha büyük eğlenen bir grup var.

Göbeğini kaşıyarak eğlenen aynı grup…

Bir gün bu grup, “bundan iyi eğleniyoruz, halk da eğleniyor. Bunu neden sektöre çevirmeyelim” diye düşünüyorlar.

Bakın aynı dopamini salgılatan, bizi şartlı mutlu eden duyguları tetikleyen aktiviteler bunlar. O yüzden eğlence deniyor ya…

Gayet insani bir duygu…

Şartlı mutluluk diye bir kavram var mı bilmiyorum ama, olması veya olmaması durumunda da sizi içerde tutan bir duygu çeşidi bana göre.

Çünkü kaybedince, bir sonrakinde olacak diye hırslanıyoruz… kazanınca; başardık, victoryyy naraları atıyoruz…

Kumar bağımlılarının da bence yenildiği duygu bu.

Şartlı mutluluk.

Ve bu işleyişin sürekli işlemesi gerekli ki alışkanlık haline gelsin…

Dopamin bağımlılığı derler buna…

Sen alışırsın, onlar para kazanmaya devam ederler…

Sigara için de geçerli bu, bir gereç satın alırken de geçerli…

Bakınız dünya geneli en büyük borç, kredi kartı borçları…

Borçlandır, köle yap, çalıştır daha zengin ol!

Tüm dünyanın kredi kartları iki firmaya ait sadece. Mastercard ve Visa.

Bu ikisinin sahibine bakarak dünyayı kimin yönettiğini anlayabilirsiniz…

Belki zıt görüşteler, belki aynı fark etmez. Kendi firmaları olsa da bu iki firma, yine de rekabet unsuru değişmez.

Ben ikisinin de aynı el olduğunu düşünüyorum. O ayrı bir konu…

Konumuza dönersek, Arena ile Futbol sahaları aynı mantık değil mi?

Değişen dünya şartlarına göre, modern bir hale dönüştü;

o bahsettiğimiz duyguyu tetikleyecek aktivite… Bir topun peşine kırk kişi düşüyor, bizler de heyecanla seyreyliyoruz.

Sektör muazzam. Aynı zamanda; Bir erkeğin erkeksi dürtülerini bir nebze kıran, stress attıran bir eğlence.

Her derde deva… Varın siz düşünün bu duygunun nasıl modernize edilerek para basma makinesine dönüştüğünü…

Maç esnasında kavga çıkınca, nasıl kabardığımızı düşünün. Aynı ilkel dürtüler değil mi?

Sistem değişebilir ama verdiği duygu, o haz aynı olmalıydı.

Mesela; mensubu olmaktan gurur duyduğum Fenerbahçe ile Galatasarayın ezeli rekabeti bir takım fırsatlar doğurmamış mıdır?

Bunu ticarete uyarladığında ortaya muazzam bir pasta çıkıyor.

Müşterileri o kadar çok ki.. Hemen hemen hepimiz o müşterileriz. Ölmeyecek bir sektör…

Aslında gerçekten bir düşünün hepimiz o pasta sahibinin köleleriyiz…

Nasıl mı?

Size tek soru sorsam yeterli…

Hangi takımlısınız?………..

Spor programlarından, astromik oyuncu fiyatlarına, sportif giyimden, büyük futbol organizasyonlarına kadar devasa bir sektör…

İsmini vermeyeyim, dünyanın en büyük spor ürünü satan iki firması var biliyoruz. Dikkat edin hep iki kişiler genelde. Tıpkı Kredi kartı firmalarında olduğu gibi…

İki kişi arasında oluyor o rekabet…

Hadi yine eski dönemlere bir yolculuk yapalım…

Küçük bir toplumu yöneten bir kabile düşünün, bugün bir köydeki bir muhtar tarafı ile, seçimde ikinci olan taraf gibi deği mi?…

O dönem mızraklarla dolaşıyordular, şimdi de çift silahla köyün içinde cirit atıyor iki tarafın gençleri…

Bakın hep iki grup yada kişiler. Üçüncüsü yok.

Çünkü ilkel iç güdü…

Dünya üzerindeki tüm eylemler, olaylar, ticaretler, gelişimler kısaca her şey insani dürtüler ve duygulardan mütevellit ortaya çıktığına göre… Bu duygulara göre hareket eden kazanıyor özetle.

Bir de afedersiniz bokunu çıkaranlar var.

Değişikler için değişik fikirler çıkaralım diye uğraşan “değişik girişimciler”, Konsept restaurant adı altında; müşteriye hakaret ederek yemek hizmeti veriyorlar.

Yanlış okumadınız, şaka hiç değil!

Dünyada yeni akım bu şimdilerde. Örneğin eşinizle dostunuzla bu restauranta gidiyorsunuz. Tabii konsepti bildiğiniz için, alınmaca gücenmece yok.

Dialog şu şekilde;

Müşteri: Pardon garson bey bakar mısınız?

Garson: Başlatma lan garsonuna.!

Ne istiyorsun çabuk söyle!

Sinkaflı küfür var mı bilmiyorum. Ama diyaloglar hakaret üzerine ilerliyor.

Ve diyalog bu şekilde ilerliyor. Hakaretin binini işitiyorsun eşinle dostunla, yemeğini yiyip, yüksek faturalar ödüyorsub bir de üstüne bahşiş veriyorsun, küfür hakaret yediğin için.

Allah akıl fikir versin…!

Sorsan, manyakmısınız siz lan desen; Ama konsept bu diyecekler…

Konudan yine çıktım, kusura bakmayın;

Hani dedik ya dünyayı yöneten eller…

Dünyayı yöneten bu ellerin, dünyanın üzerine satranç oyuncusu gibi pür dikkat çöküp olayları izleyip, fırsat ararken düşünebiliyor musunuz şimdi daha rahat…?

Bana göre iyileri fırsatları okuyor, kötüleri de satranç tahtası gibi sürekli, hafiften ağıra olmak üzere bir takım eylemler içine giriyor.

Kimi basit bir yönlendirme ile kimi bombalar patlatarak işini hallediyor, oyununu seyrine sokuyor…

Oyunda kalıyor tabiri caizse…

Çok kötüler dememin sebebine gelelim.

Bence bugün dünya üzerinde ne kadar terör örgütü varsa, hepsi bu çok kötü olanlara hizmet etme amaçlı ortaya çıktılar!

Nasıl mı?

Örneğin ülkenin bir yerinde patlayacak bir bombayla onların ticareti devam edecekse bu eylemi zerre vicdan yapmadan hayata geçiriyorlar.

İzleyenler bilir, Nicholas Cage’in oynadığı, Savaş Tanrısı (Lord of War) filmini izlemenizi şiddetle tavsiye ederim, izlemeyenler için kısaca anlatayım…

“İki karşıt grubu birbirine kızıştırır, savaş çıkartır ve silah satar…”

Filmin özeti bu…

Önce birine gider bir silah satar, sonra diğerine gider onların elinde bu silah var size daha iyisi lazım diye başka silah satar.

Daha üstününü satar.

Diğerine ondan da iyisini satar…

Sömürür durur!

Filmin ana konusu bu…

Bomba bile patlatırlar servetleri için dedik ya, peki bu bombaları kime patlattırırlar bu baronlar?

Tabii ki tetikçilere ya da terör örgütlerine!

Sen de, örneğin; TTT örgütü yaptı dersin. Siyasal bir eylem falan sanırsın…

Alakası yok…

O ticari bir eylem.

Bu eylemleri isteyen, bu eylemlerle beslenecek olan o baron, bu işi yüksek paralara bir örgüte yaptırıyor elbette ki!

Terör örgütleri bence bu amaçla kuruluyor!

Yani eskinin yol kesen haydutları, değişen dünya şartlarıyla milis gruplara dönüştü ve terör örgütü olarak anılıyorlar artık!

Eee büyüklerin, kirli işlerini yaptıracağı birileri lazım!

Pazarlıklar dönüyordur eminim!

Şu örgüt bu fiyata yapıyor ama o örgütün yapması başka sonuçlar doğurabilir diye istişareler yapıyorlardır!

Hatta kendi terör örgütünü kendi kuran ve yöneten iş baronları vardır, eminim!

Bakın mesela;

Borsa bir çok kişinin yatırım odağı.

Borsada küçük orta ve büyük yatırımcı grubu var değil mi?

Bir de en büyükleri var bunu unutmayın.

Zaten bu sistemi kuranlar o büyükler değiller mi?

Senin 100 liralık aldığın hisse senedinin sahibi olduğu firmayı, onlar bir gecede batırıp, çıkarabiliyorlar.

Siyasi entrikalar ile, çoğunluğu manipülasyonlarla gündem belirleyen, gündemi değiştiren bu baronlar, tabiri caizse, suyu bulandırıp balık tutmaya çalışıyorlar.

Yeni iş fırsatları doğurmaya çalışıyorlar.

Benim hayatımda, Yaradanın gerçekten var olduğunu, ve Yaradana olan büyük sevgimin sebebi olan olgum; “hep daha büyüğü vardır kesin…” düşüncem olmuştur.

Çünkü sonsuzluğu onda gördüm sadece… Herşeyin bir sonu oluyor ama onun bulamadım. Döngü gibi başa sarıp duruyor.

En büyükten de en büyüksün, ey yüce Allahım…!

Dolayısıyla hep daha büyüğü vardır ilkesiyle düşünmemiz gerekiyor.

Örneğin ülkemizin en büyük firmasının da üstünde firmalar var değil mi?

En tepedeki o büyük sofrada yerini ne kadar alabilir, bu alttakiler…

Unutmayın bunlar yukarıda, iki kişiler, sadece iki kişi veya iki grup….

İki kişilik kontenjan var yani en tepede… Ama alt gruplar da var tabi. Amaçları oralarda kalayım yeter diye düşünenlerden bahsetmiyorum elbette…

En tepe…

O masa çok büyük bir masa…

O masadan dünyayı okurlar, ona göre dünyaya yön verirler.

Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler büyük fırsatlardır onlar için. Çünkü gelişmiş o diğer toplumlar da oyunun içindeler ve onları yağlı müşteri grubuna sokamazsınız…

Anımsayacağınız bir örnek vereyim.

“Biri” çıkıp “faiz arttırdı” kazandırdı, aynı kişi “faiz indirdi” yine kazandırdı.

Piyasayı kızıştırmak için de, kati suretle din iman yemin ederek;

“Aksini asla yapmayacağım! ” dedi.

Aslında fiyatları kızıştırdı, daha karlı hale getirdi. Sonra şak tam tersi davrandı.

Bizim saf muhalefet de; Bakın nasıl tükürdüğünü yaladı ile meşgul sadece…

Bunları Çin siyasetinde yapabilirler mi?

Çin’in liderini parayla satın alabilirler mi?

Tam tersi, rekabet içindeler sürekli.

Bizim gibi ülkeler ve liderler çerez onlar için…

Anında alabiliyorlar, iyi de yalakalık yapıyorlar bizimkiler zaten…

Değme keyiflerine!…

Bir tek Atatürk’ü alamadılar, inanır mısınız!

Çünkü Atatürk ileri görüşlüydü, en tepede onların dünyayı yönettiğini, dünyaya yön verdiklerini görüyordu.

İşte liderlik budur!

En tepeye gidene kadar durmayacaktı, amacı buydu ama ömrü yetmedi…

Sıfırdan bir ülke kurmaya gücü de ömrü de anca yetebildi…

Atatürk o masayı biliyordu. Ve dünyayı yönetmek için o masaya sahip olmak gerektiğinin elbette bilincindeydi!

Tabi bu tepedekiler, başka ülkelerin güçlenmemesi için, kendi kendilerine yetmemesi için,

– ki sürekli bir şeyler satabilsinler-

o ülkedeki başarıları ya engellediler ya satın alarak bertaraf ettiler.

Bizimkilerin satma sebepleri para, onlarında alma amaçları bu işte!

Afrika’ya uyguladıkları tarife ile Türkiye’ye uyguladıkları tarife farklı olacak elbette.

Ülkemizdeki yenilikçi, ve çağdaş projeleri hayata geçiren ve başarılı olan girişimcilerle iftihar ediyorum!

Dünyayı okuyabilen girişimcilerin girişimleri başarıyla sonuçlanıyor.

Ticari zekayla, ve sadece gündemi okuyarak, oluşabilecek fırsatları kendi mesleğine uyarlayarak, yoluna devam edenlerdir bu başarılı insanlar.

İşte bunları engellemek veya satın almak onlar için asli görev.

Dikkat edin bugün girişimcilerin başarılı projelerinin çoğunu satın alıyorlar…

Hem de yüksek paralara.

O işin sahibinin asla, hayır diyemeyeceği bir teklifle geliyorlar. Bu miktar bu baronlar için para bile değil!

Ana pastaya ortak olabilecek kim varsa, daha küçükken başını eziyorlar, tabiri caizse…

Muntazam bir sistem kurmuşlar. Dünyayı yönetiyorlar işte daha ne denilir!

Kendi aralarındaki rekabette, birbirlerine başarısız gözükmemek için her türlü eylemi hak görüyorlar kendilerinde.

Yani ticari hamleleri yerine gelmeyecek diye birilerinin canını yakabiliyorlar!

Sırf, “başarısız gözükemem” saçmalığından ya da gözünü para hırsı kör edenlerin, yapabileceği kötülükleri düşünebiliyor musunuz?

Afrika’yı su ile hayati kaynaklar ile uğraştırarak, aç-susuz bırakarak köleleştirilmiş bir toplum olarak biliyoruz değil mi?

E hani kölelik modern dünyada kalmamıştı…??

Ah şu zavallı beynimiz!

Hemen gözünüzün önüne ayağında zincir takılı zayıf kara kuru bir köle canlandı değil mi?

Benim öyle oldu, sizi bilemem.

Bize türlü türlü manipülasyonlarla, görsel ve işitsel hafızamızı etkileri altına alarak bazı şeyleri ezberletiyorlar…

Yani, yanlışları doğru diye yutturuyorlar bize. Biz de güya mantık süzgecinden geçirip; o yanlışa doğru diyoruz. Çünkü herkes aynısını yapıyor.

Sürü psikolojisi…

Kölelik var mı??

Yok desek bile içimizde bir şüphe kalıyor..

Ama sonuçta aklımıza kötü şartlar altında çalıştırılan prangalı bir tutsak resmi geliyor ve sen bu duruma ihtimal vermediğin için, “kölelik yok” diyorsun.

İşte toplumsal hipnoz ile senin söylemeni istedikleri şeyleri çatır çatır söyletiyorlar, düşünmeni istedikleri şeyleri çatır çatır düşündürüyorlar, sanki kendi düşüncenmiş gibi… iyi mi!

Oysa Afrika’nın insanını aç susuz bırakarak, muhtaç ederek, köleleştirmiş olmuyorlar mı?

İlla prangamı takmaları lazım?

Onları açlıkla cebelleştirerek, elmasını, altınını, madenini petrolünü artık ne varsa…

SOYUYORLAR!

Aç adam, sadece karnını düşünür, bunu unutmayın!

Bunu kim yapıyor peki?

Devletler mi?…

Öyle deriz hep değil mi?

Evet devletler yapıyor, ama sahiplerinin emri doğrultusunda. E bunu yapabilirsen zaten süper devlet oluyorsun. Devletin de işine geliyor…

Dünyanın gücü Amerika Birleşik Devletinin sahibi yok mu sanıyorsunuz?

O baronlar ne istiyorlarsa siyaset eliyle, devlet eliyle bunu insanlara empoze ettiriyorlar.

Bu sistem akla sığmayacak kadar büyük geliyor bana…

Devletler bu işleri kimlerle yapıyor.

Siyasilerle…

Çünkü halk ile aradaki tek köprü; benimsediği siyasi görüşü savunan siyasi partiler.

Fikrimi düşüncelerimi savunuyor bu parti diye, o kadar bağlı ki partisine,

Hele karşıdaki iyi “mağdur edebiyatı” yapıyorsa, körü körüne bağlanıyor!

Bu yüzden toz kondurmuyor, sistemin nasıl işlediğini görmüyor bile…

Peki bu siyasiler bunu neden yapıyor sizce?

Bu siyasilere bunları yaptırmak için ne lazım siz biliyorsunuz…

Cevabı hepimiz biliyoruz…!

Ticaret ile uğraşan ve patronluk yapan biri yukarıda saydığım nedenlerle, yetebildiği dünyasında ne olursa olsun oturup ah vah etmez, onu bir fırsata çevirir dedik ya.

Bunlar ticaretin güzel tarafları ama büyük baronlar o kadar masum değil…

Gelin birlikte eski dönemlere bir yolculuk daha yapalım…

Şimdi hemen bizim padişahlık sistemine bir flashback yapalım.

Padişaha, kayda değer bir bilgi getiren kişi veya kişiler, kese kese altınla mükafatlandırılırlardı.

O bilginin kaynağı da asla sızdırılmaması gereken, asla yayılmaması gereken bir noktadan çıkıyordu.

Sır sonuçta…

Gelen bilgiye göre gerekli tedbirler alınır, yeni fırsatlar aranırdı.

Böyle olunca devlet de güçleniyor, millet de.

Bu her dönemde, her ülkede her diyarda geçerli olmuştur.

Casusluk faaliyetleri, karşıdakinin sırlarını öğrenmeye dayalı geliştirilmiştir.

Devletler bu nedenle sürekli güçlü kalmak zorundadırlar…

Son olarak Medya’ya değinmek istiyorum…

Baronlardan gelen taleplerle siyasiler halkı o pozisyona getirir medya da bunu sürekli fişekler…

Şimdi o zaman bu medya organlarının en büyük gelirinin ne olduğunu anlayabiliyor musunuz?

Zaten çoğunun bu işe girmelerindeki ana sebep bu değil mi?

Baronlar fena paralar veriyorlar…

“Filler tepişsin biz de para kazanalım”

Bakınız bunu organize eden o büyük el, muhaliflerin de olacağını biliyor. Bu her yerde böyledir. Ama finalde hep iki kişi kalır.

Biri iktidar…

Diğeri, iktidar olmak isteyen muhalefet.

Çünkü aslında aynı tarifeyi başka metodlarla, farklı yollardan, muhalefetle aynı düşünen muhalif halka da uyguluyorlar…

Yani işin özünde iktidar da, muhalefet de aslında aynı sonuca gidiyor, farkında olmaksızın…

Bu her zaman böyledir!

Ülke yönetimlerini, kendi ticaretlerine uygun siyasi yöntemlerle değiştiriyor veya şekillendiriliyorlar.

Bu işin medya tarafının yapacağı tek eylem, bu iki farklı düşünen halk grubunun düşüncesine uygun hareket etmek…

Amaçları pastadan sürekli paylarını alabilmek…

İktidar medyası da para kazanıyor, muhalefet medyası da para kazanıyor. Doğal olarak iktidar medyası daha fazla para kazanıyor.

O yüzden kim olursa olsun, medyaya hiç itibar etmem!

Bu baronlar, siyaset üzerinden, medyayı tam kapsamlı yönetiyor. Hem iktidarı besliyor hem de her iktidarın

olmazsa olmazı muhalefeti…

Bu arada;

Muhalefet medyası hep tedirgindir eminim. Herkes bir altına bakarak korkarmış ya.

Düşünsenize, iktidar muhalefete düşmekten korkuyor,

Muhalefet de yerini başka bir muhalefete kaptırmaktan korkuyor.

O yüzden bence muhalifler daha Müslümandır, çünkü şükretmesini bu sebeple öğrenmişlerdir.

Bu da ayrı bir tespit olsun…

Konuyu toparlayacak olursak;

Silsile şu şekilde işliyor…

Baronlar, Devletler, Siyasiler, Medya ve son alarak müşteri yani Halk…

Baronlar gündemi belirliyor.

Devletler şartları uygun hale getiriyor…

Siyasiler halkı etkilemeye başlıyor…

Medya ona göre şekilleniyor.

Ve halk buna kanalize olana dek, aynı sistematik düzen harfiyen tekrarlanıyor…

Farkındalığımızı arttırarak, daha büyük düşünmek zorundayız!… Her birimiz!…

Köyde doğmuş ve beş yaşıma kadar köyden hiç çıkmamış biri olarak; dünyayı köyümden ibaret sanırdım, ta ki ilçeye gelene kadar.

İlçemi ilk gördüğümde; “Ne büyük bir köy…” diye içimden geçirdiğimi anımsıyorum.

Sonra şehrimi ilk defa görünce, nutkum tutuldu!

“Bu dünya ne geniş, ne büyük bir yermiş” diye düşünmeye başlamıştım…

Daha büyük şehirler var, ülkeler var, kıtalar, okyanuslar var…

Hala görmüş değilim…

-Bir insan önce şehrini, ülkesini tanıyacak, anlayacak.

-O şehrin sırrını öğrenene dek, o şehri bir aşık gibi, anlamaya çalışacak.

-Şehirlerin de dilleri vardır…

-Anca o dili anlayabilenler, orayı tanımış sayılırlar ve anca o zaman faydalı olabilirler…

Son söz;

Dünya düzenini değiştirmek mümkün değilse, bu sisteme ayak uydurmak zorundayız, orası kesin!

Ama mecburen o büyük masaya oturmamız gerekiyor.

Üreten, dünyayı okuyabilen gençler ile, siyasetçilerimizden, avukatlarımızdan doktorlarımızdan mühendislerimizden, işçimizden köylümüze kadar, her zaman ve ne olursa olsun dünyayı anlamaya çalışarak, dünyanın seyrini doğru yorumlayarak hareket etmemiz gerekiyor.

Bu da eğitimle ve doğru yol gösterenlerle mümkündür.

Ama her zaman iyi niyetli olanlardan olmak mecburiyetindeyiz.

O çok kötü olup, dünyayı karıştıranlardan değil…

Yurtta Sulh, Cihanda Sulh sözüyle, dünyaya mesaj veren Atatürk aslında, o çok kötü niyetli baronlara seslenmiştir.

Çünkü savaş da barış da maalesef bu süper gücün elinde…

Sağlıcakla Kalınız…

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.